Osman Çutsay

turkey_pixabay
Alman sorusu: “Jeoekonomik güç”ün hiç mi açığı yok?
Federal Almanya bir göç ülkesi. Dünyadaki ekonomik kriz, özellikle de görece daha az gelişmiş ekonomilerin çalkantıları, emperyal merkezlere yönelik “işgücü arzını” ve akınını teşvik ediyor.
Bu, küresel krizin elbette sadece bir yanı. Eğer Almanya’yı esas olarak alırsak, bu merkezlerde de hızla büyüyen bir işgücü açığı var. Büyüyen ve doldurulması gereken bir boşluk bu.
Arz, var.
Talep de var.
Buna rağmen bu arz ve talebin doğal seyrinde buluşamadığını, kalıcı bir denge kurulamadığını görüyoruz.
Emperyal merkezler böyle tuhaf bir ikilem içinde. Kendilerine, bağımlı ve görece daha az gelişmiş ekonomilerden nitelikli, yetişmiş işgücünü çekiyorlar; yaşlanan nüfus ve büyüyen ekonomi bu talebin ana nedenidir. Eğer gelişkin sanayi ülkeleri azgelişmişlerdeki işgücünü emerse, belki kendi içindeki işgücü arzı açığını küçültebilir veya kapatabilir. Ama bu kez kendisine bağımlı ve görece daha az gelişmiş ülkelerde büyük bir nitelikli işgücü açığı yaratmış olacaktır. Ayrıca bu gelenlerin, özellikle de “düzensiz göçmenlerin” kaynaklandığı ülkedeki gelir düzeyi düşecek, dolayısıyla pazar daralacaktır. Emperyal ülkeler ekonomilerinin pazarının daralmasından söz ediyoruz.
Tabii ihracat kalemleri eğer üretim araçları ve gelişkin teknolojiden oluşuyorsa, yani örneğin pahalı tekstil makineleri ihraç edip, tekstil ürünlerini bu daralan pazarda üreterek dünya piyasalarına çıkarmayı hedefliyorlarsa, burada bir hedef tutturması mümkün olabilir. Fakat bu da ihracatın bir bütün olarak gerileyeceği gerçeğini perdeleyemez. Daralan ekonomilerin yoksullaşan halkları, er ya da geç emperyal merkezler için daralan bir pazar ve sosyal patlamalara hazır bir coğrafya anlamını taşır.
Bu yoksullaştırıcı kısırdöngü birçok açıdan yinelenebilir.
Ancak dünyanın lanetlilerinden, yoksul ülkelerden zengin merkezlere yönelik nitelikli veya niteliksiz işgücü akımının yoğunlaştığı gözlerden kaçmıyor. Durdurulamıyor.
Bu, böyle devam edecek. Zenginlerin ihtiyacı olan gerek uzman gerekse de vasıfsız işgücü açığı küçülmüş olacak.

“AKIN VAR, AKIN…”
Bu akını destekleyen veriler az değil. Örneğin Federal Almanya’ya iltica başvuruları 2023’ün ilk yarısında 2022’nin aynı dönemine göre, yaklaşık yüzde 77 oranında arttı. Aynı yılın yılın ilk yarısında ve en çok “ilk iltica” başvurusunda bulunan sığınmacılar Suriye, Afganistan ve Türkiye kaynaklı. Türkiye kökenli sığınmacılar üçüncü sırada yani.
Federal Göçmen ve Sığınmacılar Dairesi (Bamf) verilerine göre, bütün sınırlamalara rağmen, bu dönemde Suriye’den 43 bin 532, Afganistan’dan 27 bin 310, Türkiye’den 19 bin 208 başvuru yapıldı. Bütün bu rakamlar, işgücü akınının boyutlarını göstermesi açısından ilginç. 2015 rekorunun bu gidişle kırılacağı sanılıyor. Geri gönderilme oranını betimleyen “korunma kotası” Suriyelilerde yüzde 84, Afganlarda yüzde 74. Türkiye’den gelenlerde ise bu oran yüzde 15. Yani Türkiye kökenli sığınmacıların geri gönderilme olasılığı çok yüksek. Ama akış yine de engellenemiyor. Bunlara normal yollardan Almanya’ya gelen yüksek nitelikli işgücü akışı elbette dahil değil. Özellikle yüksek okul mezunlarının akışı (“beyin göçü”) büyük sıçramalar gösteriyor.
Halen Türkiye kökenli 3 milyon 200 bini aşkın insanın Almanya’da yaşadığı biliniyor. Bunlar, yarısına yakını Alman vatandaşlığına geçtiği için rakamlar tam bir kesinlikle saptanamıyor. Ama böyle bakıldığında bile, şu anda Türkiye ile Almanya arasında gidip gelmiş, kısmen de Türkiye’de yerleşmiş “Almanya ve Almanca bilen” insanların sayısının 5-6 milyon olduğu ileri sürülebilir. Almancanın Türkçelilerin en iyi ve en yaygın konuştuğu Batı dili olması şaşırtıcı bir sonuç değil yani.
Bir, bu var.

ASIL ÖNEMLİ AÇIK
Bir de Türkçenin Almanya’da en çok konuşulan ikinci dil olduğu gerçeği var. Alman İstatistik Dairesi tablolarında 2021 itibariyle Almancadan sonra ülkedeki en büyük ikinci dilin Türkçe olduğu saptanmıştı ve oranı yüzde 15 idi. Onu yüzde 13 ile Rusça izliyordu. Ukrayna savaşının beraberinde getirdiği göçmen akınları sonucu Rusçanın Türkçe ile en azından başa baş bir konuma gelebileceği tahmin ediliyor. Barış sağlanırsa, Türkçenin yine ilk sıradaki üstünlüğünü koruması kimseyi şaşırtmayacaktır.
Ancak bu ikinci büyük dil Alman müfredatında yer bulamıyor. Böylece çocukların en önemli çağlarında ve derli toplu bir Türkçe dersi alması engellenmiş oluyor.
Neden?
İleride üzerinde durulması gereken bir konu, Türkçeli insanların Almanya gibi uzun süre son derece homojen bir etnik yapıya sahip kabul edilmiş bir ülkede, “azınlık hakları” türünden taleplerle sahneye çıkması olabilir. İyi de, bu korku Rusça ve hatta Ukraynaca konuşanlar için de söz konusu. Şu anda 1 milyondan fazla Ukraynalının, kadınlar, yaşlı erkekler ve çocuklardan oluşan bir grup halinde Almanya’da bulunduğu tahmin ediliyor. Fakat Türkçenin bu ülkeye kitlesel girişi 63 yılı geçti. Böyle taleplerde zaman faktörü önemli.
Bu nedenle Türkiye kökenlilerin çeşitli kültürlere, dillere ve etnik-mezhepsel parçalara ayrılması ve hatta birbirlerine düşman kılınması için gösterilen çabalar anlamlı.
Bunlar bir kenarda dursun.
Sorumuz, neden Türkçenin Almanya’daki ikinci büyük dil olduğu değil. Neden buna rağmen Alman eğitim sisteminde gereken önemin verilmemesi de değil: Çünkü zaten bir korku olduğu ve görmezlikten gelindiği ortada; değer veriliyor, çünkü korkuluyor.
Sorumuz başka.
Şu: Söz konusu 3,2 milyon insanın nasıl bir yaşantı içinde olduğu, tüketim alışkanlıklarından duygu ve sanat dünyasına, üretimdeki yerlerinden sendikal dünyadaki yerlerine, ruhsal çalkantılarına, küçük işletmeciliğe eğilimlerinden mutfak ve gıda alışkanlıklarına, onlardan sporla ilişkilerine, kadın-erkek “sorunsalına” bakışlarından dil yeteneklerine, elbette siyasi arayışlarına kadar birçok alandaki resmi nasıl, bunu bilen var mı? Bunları bilmek isteyen var mı?

DÜZENLİ DOKU ANALİZLERİ: ASIL RESİM
Türkiye kökenli ve giderek sönümlense de özel yaşamında Türkçe kullanan bu insan topluluğunun bir doku analizi yapılabilir mi? Bu insanlar gerçekten AKP destekçisi mi mesela? Bu iddialar nereye kadar doğru?
Yanıtlar aramak ve bulmak gerekiyor.
Türkiye kökenli toplumun yapısal konumunun düzenli aralıklarla resminin çekilmesi ve onun düşünsel, ruhsal, maddi koordinatlarındaki değişimlerin belirlenmesi, irdelenmesi çok mu zor?
Türkçe konuşan insanların bu hizmeti kendi içinde gerçekleştirmesi, Türkiye ve Almanya’daki devlet kurumlarına veya özel şirketlerden, yarı kamusal örgütlenmelerden mali yardım falan almadan yapması hiç mi mümkün değil? Türkiye kökenli insanların oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarının başka ne işi var?
Mümkün, elbette. Özellikle yaşlıların desteğindeki genç kuşağın, bu göreve talip olması, bunu da milliyetçi, kültürcü, dinci gerekçelerle değil, birlikte yaşama kültürünü geliştirmek için ve geliştirilmiş bir Türkçenin getireceği dengeleyici güven duygusu nedeniyle yapması önemli.
Bunun için bir platforma gerek var, doğru.
Bunun, sol ve aşkın bir platform olacağı kesin. Sol olmazsa, hiçbir şey olmuyor.